16 Haziran 2011 Perşembe

Norma Jeane'i Nasıl Bilirsiniz?

Norma Jeane, Norma Jeane olarak kalsaydı, büyük olasılıkla sadece yakın çevresindekiler tarafından tanınanacaktı. Yetimhanede kalmamak için erken yaşta evlenecek, çocuk sahibi olacak, annesiyle sorunlu bir ilişki yaşayacak ve hayatı boyunca ona benzemekten korkacaktı, bir de tabi güzelliğiyle onu gören herkesi büyülecekti. Ve tabi Norma Jeane adlı bu sıradan fakat güzel kadın hakkında onlarca biyografi yazılmayacak, ölümüyle ilgili yüzlerce senaryo üretilmeyecekti.



Fakat Norma Jeane, Norma Jeane olarak kalmamayı, onun yerine Marilyn Monroe adlı kadının hayatını oynamaya karar verdi. Zorlu bir roldü Marilyn'in hayatı ama o elinden geleni yaptı. Sinema dünyasında kendine yer bulmaya çalıştı, aptal sarışın rollerinden ötesine geçmek için çabaladı, sevmek ve sevilmek için elinden geleni yaptı, babasını aradı, annesiyle normal bir anne kız ilişkisi yaşamak için uğraştı, korktu, ürktü, ilaçlara, iğnelere sığındı, kendini geliştirmek istedi, okudu, çabaladı. Dünya bir oyun sahnesiydi ve Norma çok çabaladı; güzel, başarılı, çekici, akıllı Marilyn rolünü hakkıyla yerine getirmek için...

Peki, Norma'nın asıl olmak istediği kişi Marilyn Monroe adlı parlak sinema yıldızı mıydı? Bence değildi. Sadece güzel, çekici sinema yıldızı olmak değildi istediği, bence o aslında Zelda Zonk olmak istiyordu; "Bebek gibi konuşan, poposunu sallayan bir sarışın olmak istemiyordu. Monroe, Arthur Miller gibi bir entellektüel, Stanislavsky tarafından yetiştirilmiş bir aktrist olmak ve saygı görmek istiyordu. Değerli bir insan olmak. Monroe makyaj yapmadan, film stüdyosundan ödünç alınmış özel tasarım kıyafetler giymeden, ünlü saçını bir eşarpla kapatıp kemik çerçeveli gözlüğünün arkasına gizlenerek seyahat ettiğinde o kişi oluyordu. Bu sade, zeki, eğitimli aktrist kendine Zelda Zonk diyordu...Kitap okuyordu. Sanat koleksiyonları vardı. Zelda Zonk, sarışın seks tanrıçası Marilyn Monroe'nun olmak istediği kişiydi." (Ölüm Pornosu, Chuck Palahniuk)


alfred-eisenstaedt-marilyn-monroe-reading-at-home

Sonuç olarak, Norma Jeane, Zelda Zonk olmak istediyse bile; dünyaca tanınan, beğenilen, kıskanılan Marilyn Monroe olmayı ve milyonlar tarafından tanınmayı başardı, ve bu rolün hakkını verdi. Ve Marilyn Monroe olarak yaşadıkları, güzelliği, ilişkileri, hastalıkları, ölümü yüzlerce kitaba konu oldu. Bu kitaplardan biri de J. Randy Taraborrelli tarafından yazılan "Marilyn Monroe ve Bilinmeyen Hayatı". Kronolojik bir şekilde anlatılmış Monroe'nun hayatı ve kitap bu zamana kadar yazılıp çizilmiş bir takım bilgileri, ilişkileri de düzeltme iddiasında. Yazar, sayfa sayfa dipnot kullanmayı tercih etmemiş. Onun yerine kitabın sonuna, 'Kaynaklar ve Diğer Notlar' diye bir bölüm eklenmiş. Yani, bana kalırsa kullanılan kaynaklar birebir ve detaylı olarak belirtilmemiş. Ancak yine de, Taraborrelli'nin kitabı, belki sırf Marilyn Monroe ile ilgili olduğu için okuması keyifli bir kitap. Neticede, Norma Jeane'den Marilyn Monroe'ya giden yol pek çok ilginç adımla dolu...

9 Haziran 2011 Perşembe

Tüm "Hanımların Dikkatine"

"Hanımların dikkatine; overlok makinesi, ayağınıza geldi. Halı, kilim, yolluk, paspas kenarına, halıfileks kenarına overlok çekilir. Beş dakikada yapılır, hemen teslim edilir."

"Hanımların Dikkatine", Seray Şahiner'in ikinci öykü kitabı ve aynı günde geçen dokuz öyküden oluşuyor. Evli barklı, çocuklu, düzenli ve tertemiz bir evin kadını olan Reyhan Hanım'ın hikayesiyle başlayan kitap; Ayşe, Sibel, Nergis ve Elif'in birbiriyle bağlantılı hikayeleriyle devam ediyor. Aslında temelde Ayşe ve Sibel'in hikayeleri kesişiyor çünkü ikisi de aynı erkekle beraber. Nergis ve Elif ise Sibel'in ev arkadaşları olmaları nedeniyle sözkonusu kesişimin içerisinde yer alıyor. Aslında kesişenler sadece karakterler değil, kimi zaman bir fesleğen saksısı ya da yeni yıkanmış tertemiz bir perde veya overlok anonsu da hikayeleri birbiriyle ilintili kılıyor.


Kitabın birbirine paralel hikayelerden oluşması, bana göre, okuyucuda dokuz bölümden oluşan bir roman okuduğu hissini de yaratıyor. İster birbirinden ayrı hikayeler, ister birbiriyle içiçe geçmiş hikayeler olarak okunsun, "Hanımların Dikkatine" bence kesinlikle okunmaya değer bir kitap. Kadın olmaya, kadınlığa dair gerçekler, kaygılar, beklentiler, ümitler o kadar güzel ve anlamlı bir şekilde anlatılmış ki...

Ve kitaba başlamanızdan önce sizi uyarayım, "Hanımların Dikkatine"yi boş bir gününüzde okumaya başlayın çünkü elinizden bırakmayı hiç ama hiç istemeyeceksiniz.

2 Haziran 2011 Perşembe

Uzun Bir Aradan Sonra, "Huysuzun Teki"

"Elinizdeki incecik şey, ilk romanım. Bugüne dek insan içine çıkarılmamış, hiç yayınlanmamış olan. Yirmili yaşlarımın ilk yarısında yazdığım ve zaman içinde 'geçmişim' adını alacak dosya-dergi-gazete-karton-kağıt birikintisi arasına terk ettiğim."

Ve yine Vivet Kanetti'nin kelimeleriyle devam edecek olursak, yakın günlerden bir gün, sözkonusu incecik metin Kanetti'nin oltasına takılıyor ve bu defa onu başkalarına göstermekte bir beis görmüyor hatta bunu arzuluyor. Bana kalırsa, iyi ki de o metni tekrar buluyor, okuyor ve okuyucularla paylaşmaya karar veriyor ve bizi tekrar çocuk olmanın, bir çocuk olarak hayatı algılamanın kıyılarına götürüyor.

Kahramanımız, herkesin -biyoloji profesörü hariç- 'huysuzun teki' diye çağırdığı küçük bir kız çocuğu. 95 sayfalık metin dahilinde de bu kız çocuğunun, kendi kelimeleriyle, adım adım büyüyüşünü görüyoruz. İlkokul sıralarındaki maceralarından hızla ortaokul sıralarına ve sıralara erkek isimlerinin kazındığı döneme geçiyoruz. Bu kısa ama keyifli yolculuk sırasında da, insan ister istemez kendi çocukluğundaki sıkıntıları, şaşkınlıkları, sırları, bunalımları, ilk aşkları bir kez daha yaşıyor.

"Huysuzun Teki," sayfaların hızla çevrildiği ve su gibi akan bir mini roman. Şahsen, kitap bittiği ve huysuzun tekini yatağında ayaklarını ısıtmaya çalışırken bıraktığım anda içimi bir hüzün kapladı. Huysuzun tekinin, lise, üniversite, iş maceralarını merak ettim, okumak istedim. Bu noktada da, benim Vivet Kanetti'den ricam, "Huysuzun Tekinin" devam romanlarını yazması, isterse ben de büyük bir keyifle yardım ederim.

Berna T.

21 Nisan 2011 Perşembe

David Lodge ve Yazar, Yazar

David Lodge, romanlarını büyük bir keyifle okuduğum, İngiliz bir yazar. Bu nedenle, Türkçe’ye son çevrilen romanı “Yazar, Yazar”ı da büyük bir heyacanla aldım. Heyacanımın tek nedeni, romanın yazarın David Lodge olması değildi. Bir diğer neden de hikayenin başrolünde, Henry James’in yer almasıydı. Biyografi ve roman içiçeydi ve ben büyük bir keyifle okuma yolculuğuna başladım.

Elimdeki kitaptan temel beklentim, Henry James gibi eserleri klasik olarak nitelendirilen ve yüzyıllardır okunan bir yazarın; yaratma, yazma süreçlerinde neler yaşadığını ve bunun yanısıra bir yazar olarak hayatının nasıl bir akış izlediğini öğrenmekti. Romanın açılış bölümü, sözkonusu beklentilerimin karşılanacağı hissini yarattı bende çünkü şahane bir şekilde Henry James ve onun ev hali ile açılıyordu roman. Ancak ilerleyen bölümlerde, romana temel olarak Henry James’in tiyatro oyunları yazma yönündeki çabaları ve bu alanda yaşadığı hayal kırıklıkları hakim oldu. Ve tiyatro oyunları ile ilgili bölümler o kadar uzundu ki zaman zaman Henry James’in bir roman yazarı mı yoksa oyun yazarı mı olduğundan emin olamadım. Evet, tiyatro yazarı olma çabaları, romanlarının beklediği ilgiyi görmemesiyle alakalıydı ve tekrar roman yazmaya dönmesinden önceki önemli bir süreçti ama yine de tiyatro oyunları kısmı beni Henry James’ten uzaklaştırdı.

416 sayfalık roman boyunca, yukarıda bahsettiğim nedenlerle, James’in gündelik hayatının ritmini ya da yazma yazamama süreçlerini tam olarak içselleştiremedim. Oysa, bana göre, bir yazarın gündelik hayatını öğrenmek, okuyucu için her zaman daha ilgi çekici. Gerçi, yazarların gündelik hayatlarına ulaşamamamızda, sözkonusu yazarların pek çoğunun, ölmeden önce günlüklerini, mektuplarını yakmaları da etkili. Nitekim Henry James de dönem dönem sayısız mektup yakmış. Durum böyle olunca, gündelik hayata ulaşmak da biraz zor oluyordur tabi.

Sonuç olarak, “Yazar, Yazar”, David Lodge’un diğer romanları kadar sürükleyici ve canlı olmasa da, Henry James’in hayatını belli yönlerini öğrenmek için okunabilir. Ancak bence, bu romanın öncesinde David Lodge’un nasıl bir yazar olduğunu daha iyi anlamak için benim favori romanlarımdan biri olan “Düşünce Balonları” okunabilir.

İyi okumalar!

Berna T.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Geri Dönüşün O Büyük Sihri: "BİLMEMEK"

Değişmeden, dönüşmeden ne zamana kadar aynı kalabiliriz? Başka bir biçimde ifade edecek olursam, ülkemizden kilometrelerce uzakta uzun süre yaşadıktan sonra, “unutmanın” sis perdesinde kimliğimizi, kültürümüzü ne zamana kadar hatırlayabiliriz? Kundera’nın hafıza, yalnızlık, yabancılaşma, yurtsuzluk ve unutuş üzerine düşüncelerinin izlerine rastadığımız “Bilmemek” adlı romanı, uzun süre kendi vatanından ayrı yaşamak zorunda kalan Irena ve Josef’in yaşamlarından hareketle “göçmen” olma durumunu sorguluyor. Yazar, bu aşkın yurtsuzluğun sancılarını okuyucuya nostalji şemsiyesi altında ustaca sunuyor.

1968 Sovyet işgalinden sonra Prag’ı terk etmek zorunda kalarak Paris’e yerleşen Irena, arkadaşı Sylvie’nin teşvikleriyle yeni bir başlangıç yapmak için yirmi yıl sonra tekrar Prag’a geri dönme kararı alır. Irena dönüşünü kutlamak için eski arkadaşlarıyla bir buluşma ayarlar. O kadar heyecanlıdır ki davetlilerine sürpriz yapmak için özenerek satın aldığı eski Bordeaux şarabını açtığında arkadaşlarının şaşkın bakışlarına maruz kalır. Çünkü arkadaşları Prag’ın en önemli sembolu olan bira içmeyi tercih edeceklerdir. Belki Kundera, bu küçük ayrıntıyla Irena’nın eski arkadaşlarından ayrıştığının ilk izlerini okuyucuya sunarken bir yandan da dönüşün sancılarını vurgulamaktadır. Eski arkadaşlarının yanında kendisini yalnız hissedip özlemle Paris’teki arkadaşı Sylvie’yi anımsayan Irena’nın yirmi yıl önceki hayatı yerini nostalji duygusuna bırakır.  


“Dönüş, Yunanca’da nostos demek. Algos, keder anlamına geliyor. Yani nostalji doyuralamamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir keder. [...] İspanyollar Anoranza diyor; Portekizliler Saudade diyorlar. [...] İspanyolca’daki anoranza, anorar ( nostalji duymak, özlemek) fiilinden gelir, o da Latince Ignorare (bilmemek) sözcüğünden türeyen Katalanca enyorar’dan. Bu etimolojik aydınlatmanın ışığında, nostalji, bilmemenin acısı olarak ortaya çıkıyor.”

Nostalji duygusuna bağlı olarak belleğin belirsizliğinin ipuçlarına ise Josef ve Irena’nın yıllar sonra tekrar karşılaşmalarında rastlarız:  eski aşkı olan Josef’i hiç unutmayan Irena’ya karşılık Josef ne Irena’yı ne de onun adını anımsayabilmiştir. Hep bu karşılaşma anının hayali kuran Irena ise hayal kırıklığının getirdiği üzüntüyle Josef’i  sadece yıllar önce bir yabancıyla yaşadığı macera olarak düşünür.

“Yıllar sonra tekrar görüşen iki insanın heyecanını hayal ediyorum. Bir zamanlar sık sık görüşmüşlerdir ve bu yüzden de, aynı yaşanmışlıklarla, aynı anılarla bağlı olduklarını düşünürler. Aynı anılar mı? Yanlış anlamalar burada başlar: Anıları aynı değildir, ikisi de geçmişten iki ya da üç durum hatırlamaktadır, ama herkesinki kendinedir; anıları birbirine benzemez, birbiriyle örtüşmez; hatta nicel olarak bile birbirleriyle kıyaslanamazlar; biri öteki hakkında, onun kendisi hakkında hatırladığından çok daha fazla şey hatırlar; önce belleğin kapasitesinin bir bireyden ötekine faklılık göstermesi yüzünden, ama aynı zamanda, birbirleri için aynı derecede önem taşımamaları yüzünden.”

Bana göre bu alıntı romanın mihenk taşını oluşturuyor: Geri döndüğümüzde belki kendimiz dahil olmak üzere hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ancak “bilmeme”nin ardındaki sis perdesi ise bizim geçmişimize atfettiğimiz anlamda gizli sanırım...

Özden T.